Kuruduğunda sessiz kalır

oKMaDeM

New member
Bir gözyaşının maliyeti ne kadardı? Bir damla yağmur mu? Ve bir damla nehir suyu?
Artık bu kadar soru yeter. Hiçbir şeye mal olmadılar.
Dede sabırsızlanır, torun tekrar ısrar eder: Anlamak istiyorum. Büyükbaba Po’nun kurumuş yatağına bakıyor, bazen üç dakika öyle kalıyor, hayır, belki daha az.
Sonra ara sıra yeğenine soruyor: Şu eski CD’yi tak. Arkeoloji. Fosiller. O sırada dedenin gözlerini yaşartan bir şarkı başlıyor.
Po’da bir gezi, popopopo.
Yeğen sorularla başlıyor. Bazen neden bu kadar üzgünsün?
Büyükbabanın anlattığı neredeyse her şey torununa pek olası görünmüyor. Bana göre hikayeler uydurduğunu düşünüyor. Dede torununun her şeyin fiyatını istemesine dayanamaz. Yeter artık diyor ama nasıl büyüdün?
Çünkü, diye yanıtlıyor, neyi yanlış söyledim?
Bakılıp şöyle söylenen şeyler vardı: Bunlar kimseye ait değil, yani herkese ait ve bu bana çok güzel ve gereksiz bir özgürlük hissi veriyordu. Yaz sabahları bisikletle Po’yu görmeye giderdik. Onu aileden biriymiş gibi selamlamak. Düz yeşil rengiyle –

SU KRONİKLERİ

[…non dimentico nessuna tappa della mia storia con l’acqua – mi verrebbe da chiamarla così: la mia biografia acquatica. E sento che c’è un rapporto molto stretto fra l’acqua e la felicità. Mai sono stato felice come nei pressi di un qualche corso d’acqua: quegli istanti – tarda mattina, pieno pomeriggio, o al tramonto, poche volte all’alba, qualche volta di notte – in cui metti i piedi a mollo, e arriva il brivido di freddo, e anche una strana, insensata felicità… E il mio legame con questo fiume che considero un parente stretto. Le sorgenti misteriose. Il torrente giovane e impetuoso. Il corso largo e placido della maturità. Ah il grande fiume! Le campagne che percorre, così lungo con il suo nome corto… i campanili, quando svettano in una coltre di nebbia… i capannoni industriali… le trattorie, gli stradoni provinciali, le stazioncine, le piazzette oblunghe, gli allevamenti industriali di bovini, l’odore del concime… il polline dei pioppi e le zanzare quando è stagione… le aie dei vecchi poderi, le case coloniche… gli alberghi a due stelle… i sentieri, nastri di terra tra le valli d’acqua…
I punti in cui il letto, d’estate, è completamente secco fanno tristezza. Fanno paura.]


Bir gün gözyaşı ve yağmur damlalarıyla dolu kavanozlar satılacak mı?
Umarım değildir, diyor büyükbaba.
Peki herkes kendi hava sahasının parasını mı ödeyecek?
Abartma.
Ve ufuk!
Ufuk ne?
Ufku görebiliyor musun?
Evet onu gördüm.
Metreyle ödeme yapacaksınız. Evinizin penceresinden ne kadar görüyorsunuz? İşte fiyatı bu. Eğer eviniz yoksa, ödersiniz…
Toplu meblağ.
Sabit oran nedir?
Eski CD’deki A trip to the Po, popopopo yazan şarkı başladığında büyükbaba gözleri ve zihniyle uzaklaşır ve şöyle düşünür: yeterince şey yapmadık. Zamanı geldiğinde. Hata hepimizin. Mesela şunu söylemeliydik: ama biz insanlar sudan yaratıldık. Eğer bunu kaynaklara, şelalelere, nehirlere, yağmur damlalarına verirlerse, o zaman her insana bir bedel ödemiş olurlar. Yeni doğmuş bir bebek benim gibi yaşlı bir adamdan daha fazla su içerir.
Sende benden daha fazla su var yeğen. Sen daha değerlisin. Daha pahalı.

[…ho letto da qualche parte questa frase: l’inconscio del fiume. È misteriosa, però mi piace. Mi pare che dica: il paesaggio ha un’anima. E parla. Ho letto da qualche altra parte: non dimenticare mai quel che un albero o uno specchio d’acqua hanno da dirti. Mi metto in ascolto. Ci provo, tendo l’orecchio – la mano come un guscio, una conchiglia. Ma forse è il Po, quando è in secca, che resta senza voce].
 
Üst